
Peygamber yerine geçen hocalar Bu halkın başına zahmetli oldu Yunus Emre
Bu makaleye, akla havsalaya sığmaz nice çetin zorlukları aşarak Rüşd bulmuş, Erbab-ı Velayet'in haklarını hatırlayarak başlıyoruz.
Bu yazıda dini, “Peygamber dini” ve “(Peygamber yerine geçen) hocalar dini” şeklinde ayırdık. Peygamber dini’nin mahiyetçe nasıl anlaşılması gerektiğinden, bilebildiğimiz kadarıyla, bazı noktaları göz önüne getirerek, bahis açtık ve bu hususu resmetmeye çalıştık; çok fazla “öteye” gitmeden.
“Peygamberler dini”ni anlamak, “bizatihi din”i de anlamaya bağlıdır.
“Bizatihi din”, “bir din’in” de esası olması gereken, içsel temeldir.
“Bir din” ve “bizatihi din” ayrımından, bu yazının 3.“Bizatihi Din” ve ‘bir din” bölümünde bahsettik.
“Peygambere aslen bağlı insanlar”, hem “bizatihi din” hem de “bir din” içinde mevcuttur. Onları bağlayan asıl, aslî din’deki, (İlahi) Kelam’dır ve (İlahi) Kelam’ın fiili icraatıdır. Peygamber, Kelam ile, aslî din verir, “bizatihi (İlahi) din” teşkil eden surette, bu sebeple.
Dolayısıyla bu iki esas üzerinden, “Peygambere aslen bağlı” insanlar, Kelam ile “alakalanarak”, din bulurlar, ve din bilirler.
Bu alaka, Peygamber’e aslen bağlananlara, İlim kapısını açar. Ve İlim vasıtasıyla, cehaletten ve cehaletin diyarından çıkış yolunu gösterir.
Bu hususu, Peygamber yerine geçen hocalara karşı olarak, merkezî çerçeve edindik. Sonra bu çerçeveden, esas problem teşkil eden ve nice karışıklıklara sebebiyet veren, “(Peygamber yerine geçen) hocalar dini”ni ele aldık ve bu dini sorguladık.
Bu suretle “aslî din” ile “asılsız din” ayrımından söz ettik. Netice olarak “aslî din”i olan ile “asılsız din”i olanı ayırdık ve “asılsız din’in”, din’e mahsus asıl ile, yani “Peygamberler” ile ve İlahi Kelam ile, “alakasız” olması sebebiyle, “din’siz’lik” olduğunu belirtmek mecburiyetinde kaldık. Bu cihetten asıl ile “alakasız” dini din edinenden de, “din’siz” olarak bahsettik. Çünkü dinî asıl ile “alakasızlık”, alakasızın bir yoksunluğu anlamında, yani bu bağlamda esasen “din yoksunluğu” anlamında, “din’siz”liktir.
Böylece bir dini reddeden biri hakkında kullanıldığı gibi ve esasen daha önemli olacak şekilde, bir dini kabul eden birinin de, “din’siz” olabileceğini belirttik.
Bu suretteki din’sizlik, bir dini reddedenin “din’sizliğinden” daha çetindir.
Fakat nihayetinde her suretteki din’sizlikten kurtuluş, “aslî din” veren esası bulmaya bağlıdır. Bu esas, her cihetten, Peygamberler Din’i ve Peygamberler Din’indeki, İlahi Kelam’dır.
Öncelikle belirtelim; din, yaygın kanaatin aksine, bir inançlar manzumesine ve inanca dayalı eylemler toplamına indirgenemez. Elbette dinde inançlar da bulunur, ancak sadece inancın, kendi başına dinin “idrakî” bir temeli olduğu söylenemez.
Salt inanç, hiçbir şekilde kendi başına bir esas değildir ki, dinin esası olsun.
Gerek savunmak, gerek tenkit etmek üzere olsun, dini salt bir inanç esasına indirgemek istemek, dini esasen kendisiyle alakası olmayan bir şeye dayandırmak anlamına gelir.
Genel olarak söylemek gerekirse, inanç oluşumuna yol açan sebepler dikkate alınmadan, sadece “inanç”tan bahsetmek de, eksik bir tetkike dayanarak hareket etmek anlamına gelir. Bu nedenle din konusunda da inanç bahsi açılacaksa, yapılması gereken, inanç oluşumuna yol açan sebepleri incelemek ve değerlendirmektir. Aksi halde “anlamlı” bir açılım elde edilemez.
Ayrıca unutmamak gerekir, inanç oluşumu, dinsel çevrelerde olabildiği gibi, din-dışı çevrelerde de olabilmektedir. Din-dışı olan inançlar da, dinsel olanlara benzer şekilde, ancak inanç oluşumuna sebep olan unsurlar dikkate alınarak açılmak zorundadır. Yani bir yerde inanç bahsi açılacaksa, orada “açılım” ve “değerlendirme” yapabilmek için, esasa alınması gereken, inanç oluşumunun nedenleridir ve dayanaklarıdır, inançların kendisi değil. Bu, din meselesinde de geçerlidir.
Tarihte, günümüzü de kuşatan şekilde, bir çok disiplin, mesela felsefe, mesela bilim, tıkabasa inançlarla dolmuştur, bir çok dinde de olabildiği gibi. Bu noktada bizim meselemiz, inanç oluşumuna neden olan dayanakların ve mekanizmaların ne olduğuna bakmak olmalıdır, oluşmuş inançlar arasında söz dalaşına girmek veya dedikodu yapmak değil.
Bazen inanç, asılsız bir hayal sebebiyle oluşur, bazen asıl teşkil eden bir hakikat deneyimi veya bir biçimde tespit edilen bir gerçek sebebiyle oluşur, yahud başka tür bir deneyim veya sanıyla; bizim ilgilenmemiz gereken, bir inancın buradaki aslını faslını bulmaktır; ancak böyle yaparak aradaki farkı görür ve inançları tefrik edebiliriz. Aksi halde, anlamlı bir netice elde etmek mümkün olmaz. İnanç meselesindeki tutumumuz böyledir.
“İnanç” gibi, yine “güven” de, tek başına bir esas olarak alınamaz. Kestirmeden söylemek gerekirse, güven için esas olan, güven duyulan şeyin “mevcud” olması, ve ne surette ve hangi asıl üzere mevcud olduğunun itibara alınmasıdır. Tek başına “güven”den bahsetmek, bir açılım, bir değerlendirme imkanı sağlamaz. “Güven” anlamındaki “fides”, bu nedenle, “mevcud” ve “mevcudiyet esası” itibara alınmadan, “dinsel” bir dayanak olarak alınamaz. Bu nokta, “din hocaları”nı tenkit ederken göz önünde bulundurulmalıdır, bunların nice sıklıkla “iman” sözcüğünü kullanmaları cihetinden.
Sonra; dinin salt inanç esasında ele alınmasının mümkün olmaması gibi, dinin fikrî suretteki ve fikriyat kabında şekillenmiş “bilgiler” yoluyla da “tam” surette “teşrih” edilebileceği yönünde bir düşüncenin kabul edilemeyeceğini belirtmek gerekmektedir.
Elbette bu suretteki bilgiler ve araştırmalar yoluyla dinsel olayların bir takım kapalı görünen yönleri kısmen aydınlatılabilir, bir takım dışsal hususiyetleri fikren idrak edilebilir, bu mümkündür. Ancak bunlar, eğer işin esasında din’e mahsus esaslar dikkate alınmıyorsa, sadece kısmî bir açılım, sadece kısmî bir resim vermekten “öteye” gidemez.
Çünkü fikrî suretteki bilgiler, araştırmalar, fikrî fiili harekete geçiren temelin kaydına bağlıdır. Yani düşünme fiili, düşünme fiiline dayanak teşkil eden kaynağın kaydı altındadır. Bu kaynak, düşünmeye aşkın bir esasa bağlanmadan, kendisi itibariyle, din teşkil eden esas açısından, son derece sınırlı bir mahiyete sahiptir. Üstelik bu, bir çok açıdan, insan için, kendi başına bir esas da değildir. İş böyleyken, düşünme esasında elde edilmiş bir bilgi, henüz “tam” değildir ki, bununla din meselesinde “sağlam” bir değerlendirme imkanı bulunabilsin.
Bunun böyle olmasının nedeni, düşünme fiilinin, idrak ettiği şeyi, ancak kendi kabı dahilinde işleyebiliyor olmasıdır. Oysa bu yazıda tanımlandığı haliyle din, düşünme fiilinin kabına tabi değildir. Ama mesela düşünme fiilinin kabına giren bir din düşüneceksek, bu ancak, esası düşünmeye dayalı, veya gittikçe düşünme tarafından kuşatılabilecek kadar daralmış bir din olabilirdi; “(Peygamber yerine geçen) hocalar dini” gibi.
Fakat “(Peygamber yerine geçen) hocalar dini” dahi, yerini bir şekilde işgal ettiği “Peygamber” cihetinden, düşünme fiili tarafından tamamen kuşatılabilir keyfiyette değildir. Bu nedenle, düşünme fiili esasındaki fikrî çalışmaları esasa alarak, bu sözde hocalar dinini dahi “yeterince” açmak ve tenkit etmek mümkün olmaz.
Peygamberi “asılsız” bir şekilde merkeze almak dahi, düşünme fiilini ve inancı aşan bir yapı meydana getiriyor, bu nedenle.
Sonuçta bu iki sebepten ötürü, din meselesi, bugün yaygın şekilde sanılanın aksine, “inanç” ve “(fikrî) bilgi” karşıtlığı suretindeki dar tutumlara çekilemez. Bunun iyice idrak edilmesi gerekmektedir.
Son yüzyıllarda oluşturulan psikoloji çalışmaları vasıtasıyla din meselesi bazı açılardan incelenerek, salt inanç ve salt düşünmeden daha “ileri”, daha “içsel”, daha “derin” ve “anlamlı” bir resim çıkartılmak istenmiştir. Fakat her birinin tesis ettiği kendi temel çerçevesine nazaran farklı farklı açıklamalar getiren psikoloji esaslı bu resimlerin ortak sakatlığı, topografik açıdan son derece daraltılmış bir psukhe tasavvuruna dayanılarak, dini bu dar çerçevede teşekkül eden psikolojik mekanizmalara tahavvül ettirmek olmuştur.
Bu çerçevelerde “psukhe” ve “birey”, hadsafhada daraltılmış ve ikincil dereceden bile sayılamayacak “düşük” varlık semalarına sıkıştırılmıştır.
Bilinmelidir ki, psukhe’nin başlangıç noktasına mahsus sağlam bir tasavvur kaideye alınmadan, ve buna uygun geniş bir topografi resmi çizilmeden, din’i “yeterli” bir şekilde anlamış ve açıklamış olamayız. Oysa son yüzyıllarda oluşturulan psikoloji disiplinlerinde böyle bir sağlamlık ve genişlik mevcut değildir.
Bir “psukhe” tasavvurunu merkeze alırken, bunda “başlangıç” noktasındaki ve “topografi” çerçevesindeki herhangi bir dikkatsizliğin, bütün bir kuramı sakatlayabileceğini göz önünde bulundurmak ve son derece dikkatli olmak gerekmektedir. Bu noktalardaki bir yanlışlık, sonradan gelen noktalardaki yanlışlıklardan daha vahimdir, daha sorunludur. Bu yüzden, tekrar edersek, ne yazık ki son yüzyıllarda ortaya çıkan psikoloji kuramlarının, bu vehametten salim olduklarını söyleyemiyoruz. Bu nedenle mevcut psikoloji kuramlarının, temelleri, iskeletleri ve bünyeleri bakımından, din konusunu, “yeterli” ve “sağlam” bir şekilde çerçeveleyebildiğini kabul edemeyiz.
Bu açıları derli toplu bir biçimde söylersek; dine mahsus esaslar, dinsel idrak suretinde dikkate alınmadan veya daha aşkın bir çerçeve içinde idraken kuşatılmadan, dinsel olgular, dinsel fenomenler ve dinsel öneriler, “yeterli” bir şekilde açılamazlar. Dolayısıyla bu noktalar eksik bırakılarak, bu tür olguların, fenomenlerin, ve önerilerin “tam” bir biçimde “tenkit” edilebileceği veya “savunulabileceği” de düşünülemez.
Yani söylemeye çalıştığımız şudur: İdrak suretinde bir dine mahsus esasları dikkate almak, ele alınan bir dini, bizzat idrak suretinde teşkil etmeye bağlıdır, ya içinden ya da daha aşkın bir yerden. Yoksa işin gereğine uygun bir sonuç elde edilemez.
Şöyle de söyleyebiliriz; iş, gerek “bir din” olsun, gerek geniş manada din olsun, ele alınan dini, “temeli” itibariyle idrak etmeye veya daha kuşatıcı başka bir çerçeveye dayanmak vasıtasıyla, aşkın bir idrake dayanmış olmaya bağlıdır. Bu nedenle, eğer tam surette kuşatıcı başka bir çerçeveye sahip değilsek, mesela din’in esaslarını dikkatten kaçıran, din-dışı bir çerçeve vasıtasıyla dini teşrih edemeyiz, anlayamayız ve de tenkit edemeyiz. Ne inanç ne de düşünsel faaliyet, böyle bir kuşatıcılık sağlamaz. Öyleyse din meselesini ele almak için, ya dine aşkın bir çerçeveye sahip olmak gerekir, ki bu düşünce ve inanç değildir, yahut dinin içinden konuşmak gerekir. Dine aşkın bir çerçeve de, ancak ve ancak aşılması planlanan dinin esaslarını aşan bir çerçeve olmak suretiyle, söz konusu dinî tasavvuru, içten ve dıştan kuşatmak zorundadır. Aksi halde bu çerçeveden, dine aşkın bir çerçeve olarak bahsedemeyiz ve bunu merkezimize alamayız.
Genellikle “felsefenin”,”bilimin”, ve bu ikisine de dayanılarak kullanılabilen “psikolojinin”, ve “teolojinin”, böyle bir aşkın veya dine ihtiyaç bırakmayan çerçeveler sunduğu kabul edilebilmektedir. Oysa bu alanlar, mevcut haliyle, “idrak” merkezi bakımından, esasen “düşünce fiili” ile sınırlıdır ve bu husustaki bütün bir anlattıkları, çizdikleri psukhe (veya birey) topografisinin ne olduğuna bakılmaksızın bir anlam, bir fayda taşımamaktadır ki, bu topografiler dardır; üstelik bu disiplinlerin, “içten ve dıştan” kuşatma yapabilecek mahiyette, “iç ve dış” genişlikleri de bulunmamaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, düşünce ile sınırlı bir idrak, din konusunu halletmek için yeterli değildir. Dar bir topografi çerçevesi vasıtasıyla da, psukhe’yi ve psukhe’ye bağlı varlıkları yeterli şekilde idrak edemeyiz.
Şunları da belirterek, bu bahsi bitirelim.
Din, düşünmeye ve inanca daraltılamayacak bir ihtiyacı karşılayan, bir varoluşsal kaynaktır. Bu ihtiyacın ne olduğunu görmeden, ve “kapsadığı” varoluşsal anlamları farketmeden, sadece düşünce ve sadece inanç suretiyle dini ele almak, bir mana taşımaz. Ve dar bir psukhe idraki olduğu müddetçe, psukhe’den bahsederek hareket etmek de, bu konuda bir şeyi halletmez. İşin durumu kısaca budur.
Bu uyarılardan sonra şimdi dinin esasları hususuna değinmek üzere, deriz ki:
Dinin kendi esasını doğrudan saptamanın bir yolu, dinin hangi ihtiyaç üzerinde durduğunu sormakla bulunabilir. Yani bizzat dinin hangi ihtiyaç üzerinde durduğunu sorduğumuzda, bir cevap buluruz. Bu cevap, dinin esaslarını da açmaya imkan hazırlar. O yüzden öncelikle bu soruyu sormamız gerekir.
Ama bu soru, basitçe bir sözel cümleyle karşılık alınacak bir soru değildir. Böyle olsaydı, fikrî sorgulama yoluyla dini teşrih etmek de mümkün olurdu. Bunun doğru olmadığını yukarıda söyledik. Bu soruyu ve cevabını söz yoluyla cümlelerle ifade etmek mümkündür ama, bu ifadelerin kendisi, sorunun ve cevabın kendisi değildir. Unutulmaması gereken budur.
Bu soru, salt inanç yoluyla da cevaplanamaz. Çünkü sorunun kendisinin inançla bir alakası yoktur.
Bu soru, sadece yaşanılarak sorulması gereken bir sorudur, ve cevabı, yaşanılarak bulunabilecek bir cevap olmalıdır. Burada “yaşamak” ile kastedilen, asgari olarak, “içsel” anlamda, “farketmek”, “görmek” şeklinde “idrak etmek” olarak anlaşılmalıdır. Yani bir “farketme” ve “görme” anlamında, bu ihtiyacı “idrak” etmekten bahsetmekteyiz; üstelik esasen “içsel” olarak, “dışsal” değil.
Yani bu soruyu “içsel” olarak “fark etmek” ve “içsel olarak” ihtiyacı anlamakla sorabilmek gerekmektedir.
Bunları dikkate sunduktan sonra, soralım:
“Din”, hangi ihtiyaca cevap verir?
Cevap: “Din”, bir “dost ihtiyacı”dır ve “dostluğun” aranması ihtiyacına cevap verir.
Din’in esası, bu sebeple, “dostluğun” bulunmasıdır; başka bir şeyin değil.
Yani din, “dostluk” esası üzerinde durmaktadır, “dostluk” esasında bir “varoluş” tesisidir; esasen başka bir şey değil.
Bu bakımdan “dostluğu” nazar-ı itibara almayan bir yaklaşım vasıtasıyla hareket eden, dinin esasını açamaz, bilemez, ve anlayamaz. Anlamadığını da tenkit edemez veya savunamaz.
Ama kısaca bu şekilde olan bu işi, vardırılan yerler itibariyle de ele almak gerektiği için, söze, yazının maksatlarını karşılayacak yeterlilikte devam etmek gerekmektedir. Bu yüzden işi biraz daha açalım.
Dostluk, hangi yönden bakılırsa bakılsın, bir “birlik” ve “yakınlık” halidir. Bir yerde dostluk vardır ama orada “birlik” ve “yakınlık” yoktur, denemez.
Bu bakımdan din, bir “birlik” ve “yakınlık” esasına dayanır.
Mesela “yakınlık” cihetinden dost ile, aynı şey sevilir, aynı şeyden hoşnut olunur, aynı maksatta olunur, aynı kararda durulur. Dost neredeyse, dostun talebi, oraya olur.
“Birlik” cihetinden dostluk, mesela aynı “fiil”de olmaktır, aynı “yer’de” birleşmektir.
Ancak burada “birlik” ve “yakınlığı” manalı kılan esas noktanın görülmesi gerekir. Çünkü bu nokta görülmeden, birlik ve yakınlıktan bahsetmek de bir yerden sonra bir anlam ifade etmeyecektir.
Bu nokta, “temas’tır”.
Birlik ve yakınlık, “temas” ile vuku bulur, bu sebeple.
Yukarıda ifade edildiği haliyle, dostluğu nazar-ı itibara alarak söylersek, din, “birlik” ve “yakınlık” manasını veren şekilde, dost ile, “temas” etmek üzerine kuruludur. Yani kısaca söylemek gerekirse din, dost ile “temas’a” girmek demektir; ve “temas”a girilecek “her şey’de”, dostluğu gözetmek demektir.
Dinin fiilî esası, bu bakımdan, “temas”tır.
“Temas” meselesi itibara alınmadan, “din’den” bahsetmek, bu sebeple, bir anlam taşımaz, bir şey ifade etmez; ister savunmak, ister tenkit etmek yönünde olsun.
İnancın ve düşünmenin “temas” meselesi bakımından ele alınarak incelenmesi halinde, başta serdettiğimiz itirazların nedeni bulunur. Böyle bir incelemede görülecektir ki, “temas” teşkil eden “idrak” bakımından bunların yerleri ile, din’in yeri arasında, neredeyse kapanmaz bir mesafe vardır.
Mesela böyle bir incelemede görülecektir ki, inanç, esasen “temas” imkanının bulunamadığı, yahut temas imkanının kesin surette kapandığı yerlerde doğrudan ortaya çıkar.
Keza görülecektir ki, düşünme, bir “edim”, yani bir “fiil” olarak, hep bir “temas” arayışıdır, ama bu suretle de kendisine aşkın bir “temas” imkanının kapandığı yerler bakımından, “temas”tan bir kaçıştır, uzaklaşmadır.
Çünkü düşünme esasındaki birey, düşünme yoluyla “temas” edebildikleri ile, bu yolla temas edemediklerini ikame ederek, temas içinde durmak suretiyle, temas’tan kaçar, bu anlamda. Bu yüzden düşünme esasındaki “temassızlık”, bir bakıma “inanç” esasındaki “temassızlık”tan, yerine göre daha gerileticidir.
Çünkü inanç yoluyla ikame, inanılan şey’in aslı temas’a açılabiliyorsa, bir ikame olmaktan çıkartılabilir. Fakat düşünce vasıtasıyla ikame eden, bir edimde, bir fiilde olduğu için, düşünme edimiyle bir ikame ediş halinde olmasına aldanarak, bir ikame olarak düşünme fiilinin kendisine sarılır; edimde bulunmadan bir şeye inançla sarılan birinden daha şiddetli şekilde. Çünkü düşünme edimi, fiilî bir besleniştir; yani bir hareket halinde olma doygunluğudur. Bu anlamda beslenme halinde olan, acıkmadığını, acıkmayacağını, yani başka bir edime ihtiyacı olmadığını vehmetmeye daha yakındır.
Bu karşılaştırma itibariyle inancı övmüyoruz, inancı önermiyoruz; sadece bu her iki temassızlık arasında, “ikame ediş” farkı bakımından, bir derecelendirme yapıyoruz.
Bu fark, “fiilde olmak” bakımından oluşan bir farktır.
Düşünme, fiilde olmak bakımından, inançta “duran’dan”, yukarıda belirtilen yönlerden, daha olumsuz bir konumdadır.
Ancak bu “fiilde oluş”un, inanç’ta duruş’a nazaran olumlu bir yönü de oluşabilir.
Mesela düşünme, eğer kendi esası farklı bir mahiyete ulaşırsa, o takdirde düşünmeye aşkın olanın önünde “kişi” bakımından bir engel olmaktan çıkabilir ve icraat göstererek engel kaldıran ve engel aşan işler üretir. Bu takdirde düşünme, hayra döner, anlam bulur. Ama unutmamak lazımdır ki, düşünmenin, düşünce yoluyla kendi esasını aşması, kendi esasına aşkın ve farklı bir mahiyete tahavvül etmesi, ve bu suretle de düşünmeye aşkın bir şeye temas etmesi, imkansızdır.
Bu bakımdan kişiye düşen, bu edimini, kendisindeki farklı bir esasa dayandırarak, kendisi için hayra döndürmesidir.
İnanana da düşen, inandığı şeye, “fiilen” temas edip edemediğini tahkik etmesidir. Aksi halde inancı, kendisi bakımından, bir hayır ifade etmez.
Eğer inanılan şey, fiilî bir teşkile dönüşmüyorsa, zaten bir anlamı yoktur.
Eğer fiilî bir teşkile dönüşüyorsa, bu takdirde iki yol açılmış demektir.
Teşkil edilen şey, yani daha önce inanç olup şimdi aynen idrak edilen şey, din veren surette “dostluk” mudur? Yoksa bundan başka bir şey midir? Eğer dostluk ise, maksat hasıl olmuştur. Eğer başka bir şey ise, teşkil edilmek suretiyle salt inanç olmaktan çıkmış bile olsa, bu teşkilin din ile bir alakası yoktur. Yani bu, din olarak alınamaz.
Herhalde mesele yeterince açık hale gelmiştir.
Dostluğa eren ve dost’a “temas” eden bakımından, ne inanç ne düşünme ne de “dostsuz” başka bir fiilî hal, bir anlam ifade etmez; böyle biri için bunların hepsi de, bir engel ve kayıp olarak, bir ve aynı şeydir. Yani dostsuzluktur.
Dostsuzluk, İnsan’ın uğradığı en feci, en acı kayıptır.
İnsan’ı dostundan kopartan bir anlayış, insana edilmiş en ağır hakarettir.
Kendine gerekli olana yürümek ve ermek isteyen, engel kabul etmez. Bu yüzden ne inanmaya, ne de salt düşünmeye aldanır, ne de “dost vermeyen” başka bir şeye.
Son yüzyıllarda oluşturulan psikoloji kuramlarının, “temas” hususundaki engeli, psukhe diye andıkları nesneyi, dost’suz ve asl’ından kopartılmak suretiyle “asılsız” bir küreye hapsetmeleridir. Ne Freud, ne Jung, ne de bu isimlere uyanlar, tesis ettikleri psukhe topografileri vasıtasıyla, Dost’a temas etme imkanı bulamazlar. Bu isimlerin temas ettikleri, psukhe’nin bazı cihetleridir, daha “ötesi” bunlarda bulunmaz.
Din, Dost’a “temas”tır. Bu “temas”, ancak ve ancak, bir mahall’de vuku bulur. Dost gösteren mahall bulunmadan, dostluk bulunmaz.
Kişi ile dost’u birleştiren mahall, gönüldür; birleştiren esas ise, Dost’un Kelamı’dır.
Çünkü Dost’un mahalli gönüldür. Gönlü faal olmayan, Dost’a temas edemez; bu anlamda.
Gönlün faal hale gelmesi, Dost’un Kelam’ı ile, “tanış” olmayı gerektirir. Aksi halde Dost kimdir, nedir, ne ister, ne eder, bilinmez, anlaşılmaz. Yani dostluk bulunmaz.
Tanışmak demek, Dost’un Kelam’ını “işitmek” ve “görmek” ve fiilen idrak etmek demektir. Böylece Dost neredeyse, Dostu da oraya gelir; ve birlik bulunur.
Nefs’ini, Dost’un Kelam’ına ulaşmak için arındırmayan, inançla, inanç esaslı edimlerle vakit kaybeden, kendindeki Hakikatin mahallini bulamaz, oraya temas edemez. Temas edemediği yerden de, ne “bakabilir” ne “duyabilir”; istediği kadar inansın, istediği kadar düşünsün, istediği kadar psukhe ile, psukhe ile ilişik sembollerle, sözlerle, şekillerle uğraşsın, fark etmez.
Mahall’e giden yol’u bilmeyen, Kelam’ı bulamaz; bulamadığına da “temas” edemez.
Temas edemeyen “yakınlaşamaz” ve “birleşemez”. Sonuçta, dostsuz kalır.
Kelam, gönül mahallindedir.
Bu yüzden deriz ki:
Dost, gönüldedir.
Gönlündeki (ilahi) Kelam yoluyla Dost’unu bulan, bu suretle, “aslî din” bulmuş olur.
Aşağıda, aslî din’in bulunması için anlaşılması gereken bir ayrıma gidiyoruz. Bu ayrım itibariyle dini, “bizatihi din” ve “bir din” şeklinde tasnif ediyoruz. Bu tasnif, karşılıklığa sebeb olan bir çok sorunu, çözmek için yardımcı olabilecektir.
Din’in insan yaşamı içinde uğranılan muhtelif koşullar itibariyle bireysel idraki ile bu idrakin toplum içindeki tezahürü açısından, ve “içsel” cihet ile “dışsal” cihet ayrımı açısından, “bizatihi din” ve “bir din” şeklinde tefrik edilmesi gerekir.
“Bizatihi din”, kişisel olarak idrak edilir, “bir din” ise, bu dinin toplumsal ve zamansal düzlemde de karşılık bulan, bir tezahürdür
Din’in “bizatihi din” ciheti, esasen “içseldir”, “bir din” ciheti ise dışsaldır.
Geniş manada din bakımından, “bizatihi din”, “bir din’den” evvel gelir.
Burada bu ayrımları iki cihetten görmek gerekir.
Birinci açıdan; “bizatihi din”, “bireysel”dir, “bir din” ise, “toplumsal”dır.
İkinci açıdan; “bizatihi din”, “bir din” olarak tezahür ettiği din’in, “içsel” cihetidir.
Yani “bizatihi din”, toplumsal manada din edinilen “bir din’in”, aynı zamanda “içsel” cihetidir.
Mesela önceki bölümde belirtilen manadaki dini hatırlayarak bu tasnifi şu şekilde ifade edebiliriz: Önceki bölümde, din, “(İlahi) Kelam” esasında “dostluk” teşkil eden “temas”tır, demiştik. Şimdiki tasnifimiz bakımından idrâkî esastaki bu dine, içsel olması bakımından, “bizatihi (İlahi) din” deriz. Dışsal bakımdan bu din, “(İlahi) bir din” olarak da tezahür eder. Bunun gibi.
“Bizatihi (İlahi) din”, insan yaşamında, “bir din’leşerek” temsil edilir; safhalar ve koşullar içinde. Bu konuya sonraki bölümde biraz daha temas edeceğiz.
Buradaki “bir din” ile “bizatihi din” ayrımının, içsel idrak ve dışsal tezahür ayrımı itibariyle bir önemi vardır ve teşkil edilen her din için, genel olarak alınmalıdır.
Çünkü, toparlayarak söylersek; “bizatihi din”, kişisel idrak olduğu gibi, aynı zamanda, “bir din” şeklindeki tezahürünün de, “içsel” cihetidir. Yani “bir din”, ”içsel” olan “bizatihi din”in tezahür ettiği “dışsal” alandır.
Bu nedenle dinin içsel ciheti, “bizatihi din” teşkil eden “bireysel” cihetten idrak edilir; ve esas mesele, “bizatihi din”in ne olduğudur.
Zaman içinde din, içsel ciheti yitirilerek, bağlıları tarafından, “bir din” cihetiyle bırakılabilir. Yitirilen içsel cihet ise, “bir din” içinde, dinin temeli ve kaynağı tutulan “dayanaklar” olarak anılmaya başlanır. Ama aslında sadece anılarda bahsi geçen bu “dayanak(lar)”, bu “bir din”in, ancak “bizatihi din” suretinde idrak edildiği takdirde görülebilecek, “bireysel” ve “içsel” esasıdır.
Mesele, “bir din” suretinde gelen din’in, “bizatihi din” açısından ne ifade ettiğinde yatmaktadır. Bu nedenle önemli olan, “bizatihi din”dir. “Bizatihi din” ciheti dikkate alınmadan, dışsal olan “bir din” ile yetinmek, dini açıdan bir anlam ifade etmez.
Mesele, “bir din”de, “bizatihi din’in” kaynağının ne olduğudur.
Mesela şöyle bakalım:
Eğer “bizatihi din”in kaynağı İlahi Kelam ise, buna “bizatihi (ilahi) din” deriz; eğer “bizatihi din”in kaynağı, İlahi Kelam değil, başka bir şey ise, mesela “Kilise” ise, buna “bizatihi (Kilisevi) din” deriz ve bunun “içsel” cihetine ve “bireysel” anlamda idraki durumuna bakarız. Aksi halde, mesela sadece dıştan bakar ve “Kilisevi” olanı göremeyebiliriz. Böylece “kilisevi din” karşısında atalete uğrarız.
“Bizatihi din”, kişinin, “bir din”deki mevcudiyet esasıdır; kişisel idrâkıdır ve tezahür eden dinin, içsel cihetidir, asıl temelidir, bu yüzden. Bu bakımdan kaynağının ne olduğuna bakılması gereken, dindeki “bizatihi din” cihetidir.
Her manadaki din, önceki bölümde yapılan geniş manadaki din tanımı gereği, “dostluk ihtiyacıdır”. Bu açıdan “bizatihi din” ve “bir din” tasnifine bakmak gerekmektedir ki, “dostluk” meselesinin önemi dikkatten kaçmasın.
Önceki bölümde belirttik, dostluk ihtiyacı, ancak ve ancak “temas” ile karşılanır ve temas neticesinde din teşkiline yol açar. Genel olarak söylenirse, kişi, bu asli ihtiyacı, nihai kertede ne ile karşılıyorsa, kişisel olarak din’i, bu ihtiyacını karşılayan şey’in dinidir. Yani kişi, “temas” manasında, “dostunun dini üzeredir”.
Burada bu “temas”ın “içine” ve oradaki “içsel mekanizmalara” temas etmiyoruz. Bunun açılması, “bizatihi din”in de içsel cihetten mekanizmalarının açılmasını gerektirir ve, hadsafhada çetindir; üstelik tamamen söz kalıbına dökülmesi de olanaksızdır.
Ancak şu kadarını belirtelim:
Kişi, dost edinmek istediği şeye temas etmeden önce, temas etme iştahı ve iştiyakı duymaya başlar. Bu önemli bir “içsel” hadisedir. Çünkü “temas” iştiyakı, kişide, yine “içsel” olarak, “tesirli”, yani “esir edici” bir “tutulma” oluşturur.
Burada kişiyi “kimliksel” cihetten teşkil eden “içsel kuvvetler”in bağı, “çözülür”; ve başka bir şekilde yeniden “bağlanma” aşamasına geçilmesi nedeniyle, bu aşama, büyük bir “içsel” şiddetle hissedilir. Sanki bir “büyülenme” gibi.
Sonra bu şeye temas vuku bulursa, kuvvetler bağlanır, ve temas, “bizatihi din” teşkiline yol açar. Süreç kabaca bu şekildedir.
Bu aşamadan sonra, artık tapılan da, her nasıl gelmişse tapma biçimi de, kuvvetlerin şekillenişi ve nihayetinde temas neticesinde, “belirlenmiş” olur. Temas’ın vuku bulduğu “yer” de, “mabed” edilir.
Böylece kişi, “dostluk ihtiyacı”nı karşıladığını düşündüğü şeyde ve yerde, kendine din edinir. Bu, “bizatihi din”dir. Hiçbir istisnası olmaksızın.
Şimdi; eğer “bizatihi din” teşkili için gidilen yer “gönül” değilse, ve temas edilen de “İlahi Kelam” değilse, her ne olursa olsun bu şey ve bu yer, gayrı ile “temas” olarak, ilahi Kelam’a yönelik kesin bir hadla ayrılmış, aynen bir “temassızlık” oluşturur. Ve bu suretle (adeta) kainatın en büyük meselesi başlar.
Yani gayrıya temas, aynıyla bir temassızlıktır. Mesele buradan çıkar.
Dikkatle anlamak gerekir: Bizatihi din’in, “aslı”, “İlahi Kelam” ve bu suretle “İlahi din”dir. Bu geneldir. Bu din, bu bakımdan, ”asli (bizatihi) din”dir. Asli olması bakımdan da, Tek’dir, ve her şeyi kuşatmıştır, her toplum, her birey ve her varlık için. Bu husus, “Dost” sadetinde söylenenler, psukhe topografisi ve gönül bağlamında dikkate alınarak, açılabilir ve anlaşılabilir.
Her bir kişinin özü, tek tek “İlahi din” ile varlığa getirilir. Bu, kişinin “bizatihi din”idir.
Dünyaya doğum sonrasında edinilen “bir din”, “bizatihi din”in kendisi değildir. Dünyaya doğum sonrasında edinilen “bir din”in kişisel esası, “bizatihi din” olmak zorundadır.
Eğer bu “bir din”, “bizatihi din”in yerine geçerse, edinilen “bir din”, sanki “bizatihi din” tutulur ve iç din ve dış din gerilimi meydana getirir.
Dıştan edinilen “bir din”, eğer kişinin “bizatihi din”in idraki varlığını susturursa, kişi, salt “bir din”e uyumlu hale getirilerek, “bizatihi din”ini yitirir.
Bu noktada Peygamberler dininin önemli bir yönü devreye girer.
Peygamberler dini, “bir din” içinde, “bizatihi din”ini yitiren insanlara, “bir din” suretinde de, “bizatihi din” suretinde de “gelerek”, din gösterir, ve “bir din”in elimine edici gücüne yönelik, “karşı güç” uygular.
Peygamber dini, hem “bir din(ler)i”, hem “bizatihi din(ler)i”, içten, dıştan ve her yönden kuşatmıştır; bu sebeple.
Peygamber dini’nin bu yönü, bir “icraat”tır.
Bu “icraat”, Peygamber ile, “vasıtasız” surette “bağı” olan “Yüce İnsanlar” suretinde, her “bir din” ve her “bizatihi din”de, “İlim” ve “Kudret” ile gerçekleştirilir.
Bu iş, sadece Peygamber’e ve Peygamber’in “eseri” olan “Yüce İnsan’lara” mahsustur.
Bunu sonraki bölümde biraz daha açacağız.
Burada anlaşılması gereken, “bizatihi din”in, geniş manada “din” için bir esas olduğudur ve bunun esas tutulması gerektiğidir. “Bizatihi din”, kişinin “içsel” mekânındadır. Ve aslı, “bizatihi (İlahi) din”dir. Buna “asli (bizatihi) din” deriz. “Asli (bizatihi) din”, her kişinin, kendi özünün yaratılışında, kendisine darbedilidir. Yani varlıkların hepsi de, bu “asli din” ile vücuda gelirler. Ve sonra başka asıllarla tebeddül etmiş “bir din(ler)” karşısında, tehlike altına düşürülürler. Anlaşılması gereken budur.
Bunun da nedeni, “asli (bizatihi) din”in, aslından kopmasıdır.
Şöyle de ifade edelim:
“Asli (bizatihi) din”, temas değişikliği suretiyle, asli bağdan “fiilen” kopartılırsa, değişerek düşer; ve “bizatihi din”, aslını kaybeder. Peygamberler bu sebeple gönderilir.
“Bizatihi din”in, “aslından” kopartılarak düşmesinin sebebi, “temas” değişikliğidir.
Peygamber ise, bir “temas”tır. Anlaşılması gereken budur.
“Temas değişikliği” sebebiyle, “asli dinden” kopmak meselesi, “bizatihi din” değişikliğinin nasıl olduğunu ve sonra nelere yol açtığını görmek için önemlidir. Bunun nice neticesini konuşmak, şimdiki bahsimiz değildir. Ama bunun en önemli neticesini tek bir başlıkla ifade edelim.
Bu neticede oluşan şey, “derin” bir “temas” sorunudur. Her manada, her şeyde ve her yerde.
Yani temas değişikliği sebebiyle kişi, her manada “temas” sorununa düşer.
Nice beşer uygarlığı, nice geliştirilmiş disiplin, edinilen kültür, tutulan meslek, bu kategorik “temas” sorununun bir ürünüdür. Bu konuya girersek, bu yazının hacmi, ziyadesiyle genişler. Bunun sadece şu temel sebebini kısaca şöyle ifade edelim:
İlahi Kelam’a bedel olarak alınan her temas, kişi’de, itminanı olmayan bir iştah ve aydınlığı gelmeyen bir “kara(n)lık” oluşturur. Her ne elde edilse, iştah dinmez. Her ne zaman kara(n)lıktan çıkılmak istense, kişinin içine düştüğü gayrıya temas tahriki iptal edilemediği için, kara(n)lık artarak koyulaşır. Hattaki “karanlık üstüne karanlık” oluşur. Çaresizce.
Bundan tek çıkış yolu, düşülen bu yeri terketmektir. Başka bir çare, bulunmaz. Bu da, İlahi Kelam’a temas etmek vasıtasıyla olur. O kadar.
“İlahi Kelam’a” “temassızlık”, bedelinde, her neye temas edilirse edilsin, insana mahsus ters bir etki meydana getirir, “itminanı” olmayan, sonu gelmeyen, bitmeyen bir “temas iştiyakı”, “temas iştahı”; bir sükuneti, bir kararı, bir erginliği bulunmadan. Böylece kişi, İlah’i Kelam’dan başka her şey’e “temas” etmek derdine düşer, gider; sonunda da hiçbir şey elde edemeden.
Bu, gönlünü Kelam’dan kopartarak ayırmış her insanda, kendi konumuna göre, seviyesine göre, değişiklik gösterir; ama olan biten, aslında aynı şey olur: Dost’suzluk.
Bu duruma düşüldükten sonra, gayrıya temas ettikçe iştah artar, iştahın artması giderek eşkiyalığa yol açar. Bu eşkiyalıktan, kime temas edilmişse, hepsi de payını alır. Hüsran üstüne hüsran.
Yani hiçbir temas, “İlahi Dost’luk” ihtiyacını karşılamaz ve insanın “dostluk ihtiyacını” fiilen kaldırmaz.
Oysa dostluk ihtiyacı kalkmadan, yani “asli (bizatihi) din” teşkil edilmeden, “temas” sorunu çözülemez. Dostluk ihtiyacının kalkması, İlah’i Kelam’a “temas” etmeye bağlıdır. Bu temas da, din teşkiline yol açar.
İş, böyledir.
Kendi esasları bakımından Peygamberler, İlahi Kelam’ın “bizzat” “mahall”idir.
Yani “İlahi Kelam”, “Peygamberler’de”dir.
Bu “mahall”, her türlü dini kuşatmıştır. Bu bakımdan da hem “bizatihi din”i, hem de “bir din”i kuşatmıştır.
“Bizatihi din” cihetinden kuşatılan, her bir beşerin “içsel” dini mekanıdır. Yani her beşerin içsel olarak “bizatihi dini” vardır; ve her beşerin içsel olan “bizatihi dini”, “Mahall” olan Peygamberler tarafından kuşatılmıştır.
Bu husus, beşer türü cihetindendir. Yani “Mahall”in, beşer türüne açılışı cihetindendir.
Diğer türler cihetinden de “Mahall” olan Peygamberler, kendilerine mahsus surette, her varlığın “bizatihi dinini”, Mahall olarak kuşatmıştır.
Böylece her ne ki vardır, “bizatihi dini” vardır, ve “bizatihi dini” açısından, Peygamberler tarafından kuşatılmıştır.
İçsel olan “bizatihi din”, kendi içinde, “değişen” hallerden müteşekkildir. Peygamberler, “bizatihi din”in içi olan “değişen” bu halleri, “Mahall” olarak kuşatmıştır.
Yani Kendi esasları bakımından Peygamberler, her içsel hali kuşatan “Mahall”dedir.
Bu Mahall, Tek Olan, Yaradan’a, “Temas’a” mahsustur, bu sebeple.
“Bir din”ler de Peygamberler tarafından kuşatılmıştır.
Tekrar hatırlayalım, “bir din (ler)”, dışsaldır.
İçsel olan “bizatihi din’de” olduğu gibi, “bir din’ler’e” de mahsus, “değişimler” vardır. Bunlar, “değişen” durumlar ve koşullardır.
Yani “bir din”, değişen ve etkileyen “dışsal” durumlar ve koşullardan müteşekkildir.
Ancak, genel olarak “dışsal” durumlar ve koşullar da, kendi “içsel” halleri tarafından kuşatılmıştır. Yani bütün dışsallıklar, kendilerine mahsus içsellikler tarafından “esasen” kuşatılmıştır.
Yani dışsal olan “bir din” de, içsel olan “bizatihi din” tarafından, kuşatılmıştır.
Aksini düşünmek, dışsal olanı, içsel olanın esası yapmak olur ki, iç ve dış topografisi bakımından bunu düşünmek, imkansızdır.
Genel olarak bütün “dışsal” olguları, hadiseleri “izafi” konuma getiren bu tasavvur anlaşılmadan, “dışsal” olanın “yerini” anlamak mümkün değildir.
Zaten beşer türü, “dışsal” dünyanın yerini anlayamadığı için “içsel” cihetini kaybeder ve yitirir. Sonra da izafi konumdaki “dışsal” dünyayı ya zaptetme derdine düşer ya da dışsal olan tarafından kırılıp ezilerek telef olur. İçsel olan “bizatihi din” de, bundan payını alarak, dışsal olanın “esir edici” etkisine açık hale gelir. Tüm bunlar, geneldir.
Peygamberlerin kendi esası, ne dışsal olanın ne de buna izafi içsel olanın kaydı altında değildir. Yani Peygamber, içi de dışı da, kendi “mahall”inde kuşatmıştır. Çünkü “mahalldeki” Kelam, mutlaktır. Mutlak’ın herhangi bir izafi yer’le kayıt altına alınması ise, düşünülemez.
Kendi esasları bakımından Peygamberlerin mutlaklığını, ancak Peygamberler bilir.
Temas’a geçiş cihetinden Peygamberler, beşer türüne doğru bir “uzanış”tır ve hem içsel olanı hem de dışsal olanı her yönden kuşatmıştır.
Mesela beşer türünün içsel bir idrakı olan “isimler”, Peygamberler tarafından kuşatılmıştır. Dışsal olan adlar da, “isimler” esasında kuşatılmıştır.
Çünkü Peygamber, her varlığın ismini kuşatan, İlahi İsimler’i bilir.
Yine Peygamber, içsel bir idrak olan, harfleri kuşatmıştır. Çünkü Peygamber, her varlığın harfini kuşatan, İlahi Harfleri bilir.
Böylece Peygamber, içsel olan ve dışsal olan bütün isimleri, harfleri itibariyle de kuşatmıştır.
Her sesi, her nidayı, kendi “mahall”inde, kuşatmış ve bilmiştir.
Çünkü Peygamber, her sesi, her nidayı, her harfi, her ismi “mutlak” olarak kuşatan, Kelam’ın “bizzat” “mahalli”dir.
Her sesin, her nidanın, her harfin ve her ismin “zamanı”, içsel ve dışsal olarak, ve ötesi olarak, Peygamber’in kendi “mahalli”nde, kuşatılmıştır.
Tüm bunlar, Peygamberlerin Makamı’ndan ileri gelir. Peygamber Dini, bu bakımdan, “Mutlak”tır.
Mutlak olanı, kayıt altında olan bir idrak ile çerçevelemek, mümkün değildir. Mutlak olanı kayıt altına alarak açmak, sadece mutlak olanın kendisine mahsustur.
Bu bakımdan Peygamber Dinini, “bizatihi din” ve “bir din” suretinde açmak, “Mahalli” itibariyle, sadece Peygamber’e mahsustur.
Sebebini, dikkatli bir şekilde anlamak kaydıyla, şöyle ifade edelim: Sözü edilen “mahalli’n” “bedelini”, sadece Peygamberler bilir; bu sebeple. Peygambere “aslen” bağlananlar ise, bu “bedeli”, anlar.
Çünkü Yüce Yaradan’a, “Mutlak Dost” olmanın “ağır” bedeli, bir şeyle tarif edilemez.
Yüce Yaradan’ın, hiçbir düzeyde, hiçbir boyutta, hiçbir şeyin kaydına girdiğini düşünemeyiz.
Ancak Peygamberdir ki, Yüce Yaradan’a, “Mahall”de “secde” eder; ve Yaradan, Mahall’e girer. Bu kadar söyleyelim.
Bütün varlıkların secdesi, böylece Mahall’de birleşir.
Yoksa kim secde edebilirdi ki.
Bunları hayal etmek yoluyla anlayamayız.
Bu yazıda maksadımız olan konuya geçelim.
Deriz ki: Yukarıda işaret edilen cihetlerden, Peygamber dini ve makamı, kendi içsel safhalarından müteşekkildir ve kendi içinden anlaşılmak zorundadır. Safhalar ile kastedilen, tek tek Peygamberler ve İsimleridir.
Biz bu safhaların görünür yüzünü, “bizatihi din” ve bir yerden sonra “bir din” suretinde anlamaya başlayarak, Peygamber Dini’ni, kendi mahalline tevdi etmeliyiz.
Bunun için çok kısa bir şekilde, aydınlatıcı olabilecek, şu noktaları dikkate sunalım:
Kronolojik hiçbir aşama, Mahallin “evveliyeti” bakımından, bir hüküm oluşturmaz.
Kronolojik olarak, önceye ne kadar anlar, günler, yıllar, çağlar ve (kozmik) devirler geçmiş olursa olsun, Mahall’in bir kronolojik safhada açılışı halinde, kronolojik dairenin tamamı, aşılmış olur.
Bu nedenle Peygamberin “kronolojinin” kaydı altında görülen sureti, Peygamberin kronolojiyi aşan siretini kayıt altına almaz.
Çünkü Peygamberin sireti, O’nun kendi içi’dir.
Bunun beşeri cihetten bir benzeri, dışsal esaslı suretlerin, tek bir içsel idrak ile nasıl “tek bir dış daire”ye tahvil ettiğini deneyimlediğimiz zamanlarda kendini gösterir.
Bir andır ki çıkılan yer, kronolojik suretleri ve nedenleri tek bir daire eyler. Bu daire, sanki ölçülerek idrak edilebilmiş her şeyi, bir ekran içindeki “temsili oyun”a döndürür. Bu, beşer türünde, farklı surette deneyimlerle, bir çok şekilde idrak edilebilen bir şeydir.
Kronolojik tarih, evrenin neresinden alınırsa alınsın, tek bir dışsal daire gibidir. Ve bunu bir kere olsun anlayan, kronolojik tarihin tahakkümünden çıkar.
Kronolojik tarihin tahakkümünden çıktıktan sonra mesele, adeta “nokta ve nokta” hadiselerin, kendi “siretleri” itibariyle, nasıl bir “iç zamansallık” ve “iç yaşamlar” ifade ettiğine bakmaya döner.
Bunu meleke haline getiren birinin dikkati, gerek “bizatihi din” gerek “bir din” açısından tezahür eden Peygambere doğrudan çekilir.
Hasılı, dikkati Peygambere çekilen, kronolojiye değil, tezahür edenin kendisine ve O’nun iç’ine yönelir. Bunu kendi “iç’i”nden okumaya döner.
Yani tezahür edenin kendisini de, kendindeki, “bizatihi din”de ve “bir din”de ve bunların “mekanların”da okumaya çalışır. Bu sadece bir başlangıç ifade eder.
Hakiki manada “siret’in” okunuşu, bundan sonra yapılır.
Aslında avam takımı olan “uzmanların” siret diye okudukları ise, Peygamberin “sireti” değildir.
Peygamberler tarihi, asgari olarak, “bizatihi din” kaideye alınmadan, okunamaz. “Bizatihi din” ise, içsel’dir. Bunları daha önceden kaydettik.
Sonuçta kronolojik okuma, ve “bir din’sel” okuma, Peygamber hakkında, sınırlandırılmış küçücük bir cüz’ü okumaktan öteye gidemez, ve “bizatihi din” dikkate alınmadan okunan, okuyanın kendi iç’sel yüzüne tabidir. Oysa Peygamber, beşerin hiçbir yüzüne tabi değildir.
Peygamber Hayatını “aslından” okumak, sadece ve sadece, Mahall’de kendini feda eden, (Dost) İnsan’lara mahsustur.
Bu yüzden Peygamber Dini, O İnsan’lar tarafından, “muhafaza” altındadır. Anlamak isteyen için, bu kadarı kafidir.
Şeriat, “bir din”sel şeriatten ibaret değildir. Asıl şeriat, “bizatihi din’sel” şeriattır. Bunu da O insanlar bilir, hoca takımı değil. Çünkü bunları kalemler yazmaz, kağıtlar taşımaz.
Ve “(Peygamberî) Hakikat”, “bizatihi din’sel” olanı, Mahall’de feda edene mahsustur; gayrısına değil.
Yunus Emre’miz ne güzel söylemiş:
“Yunus sen burda Meydan isteme Meydanlar içinde, Merdaneler var”.
Şimdi, asıl karışıklık oluşturan kişilere geçebiliriz.
İçinde olduğumuz son derece hassas bu safhada, hiç olmadığı kadar ihtiyac duyduğumuz akıl, basiret, feraset ve dinsel idrakleri elde etmek için nice biçimde çabalarken, hemen her yerde her yanımıza girmiş kötü maksatlı güç odaklarının elinde birer oyuncuğa dönen dirayet yoksunu hocaların veya diğer liderlerin bir yeni ayıbıyla duraklatılıyoruz.
Şöyle salim bir nazarla bakan herkes görür ki, eğer Türkiyemiz engellenmek hatta kontrollü bir şekilde elimine edilmek istenirse, kullanılacak en kolay yollardan biri, hoca geçinenlerin liderlerin hırsını yönetmekten geçiyor. Hırsı, beklentisi, ayıpları “kolaylıkla” yönetilebilen, zayıf iradeli, yırtık kumaşlı, düşük, ezberci, şekilci kişilerin liderlik ettiği kalabalık çevreler de, elbette yönetme amacı güdenlerin iştahını kabartıyor ve, haberli habersiz idare edilen liderleri üzerinden oradan oraya sürüklenebiliyor.
Bu sadece taşrada, kasabada, köylerde oluyor diye düşünmemek lazım. Nice eğitimler görmüş, varlıklar edinmiş, görmüş geçirmiş çevrelerin de kendilerine göre gah spiritüel, gah sembolcü, ama işin esaslarından anlamaz bir hocası ve hoca elinden oyuncak edilmiş ömrü yok mu? Maalesef ki dolu.
Bizim oyuncak edilmemiş ne bir dini maarifimiz, ne bir ibadetimiz, ne insan ve çevre ilişkilerini düzenleyen ilahi hukukumuz bırakılmadı. Din diye tutulan ne kaldıysa, toplumumuzun her yerinde artık bir hastalık üretir oldu.
Bunun kabahati sadece hoca geçinenlere de yüklenemez. Ezbere, kolay inanmaya, çabuk düşmeye, düzgün düşünmemeye, ideolojiler arasında yer edinmeye, hasılı bu yollarla kendilerini etki altına girmeye açanlar, elbette aldatılmaya da kendilerini açmış oluyorlar. Hocalara bir kızacaksak, bizim kendimize iki kızmamız lazım.
Peki diğer yandan bu işin eğitimi, tahkiki ne durumdadır diye bakalım. Orası daha da iç karartıcı.
Kestirmeden bile bakınca vaziyet şu:
Ana akım ilahiyat disiplinleri, ya bizzat dinsel özellik göstermeyen öteyi beri kurcalamakla ya da tek bir düzgün tahkikle bitirilebilecek çelimsiz itirazlara yıllar süren yanıtlar bulmaya çalışmakla vakit kaybediyorlar. Klasik medrese geleneği diye sarılınan çevrelerin de bunlardan esasen bir farkı yok.
Bunlar bu haldeyken, bizimle alakası olmayan ve bizim esaslarımızı bizzat kuşatmayan harici merkezlerden ithal edilmiş anlayışların din ve hakikat üzerine yazıp çizdiklerini alıp burada bize uydurarak “tekrar” eden nice sokma akıllısı da var. Bu listeye de her gün bir yenisi ekleniyor.
Ömrünü kendi nefsi istekleri esasında geçirip ama bunu dinsel bir dava sanarak dinsel surette davalar olarak sunan, sonra bir şekilde bu davalardan vazgeçen ama vazgeçmekle kalmayıp hezeyanlarını bu sefer çeşitli bahanelerle dine yönelten, ve işi gücü güya dinden intikam almak olan, bu suretle de Yüce Dinimiz aleyhinde güya propagandalar yaymaya kendini adayan, bir şey olamamış ham cahilleri hiç saymayalım.
Hangi birine bakalım. Hangi birini sayalım. Cincilikle, üfürükçülükle yuvalar yıkan, canlar alan, mallar telef eden haydutlara mı şaşalım, konferans salonlarında anlamadıkları şeyleri ayakaltı eden bilgiç uzmanlara mi kızalım, yoksa korunaklı yerlerden Peygamberler aleyhinde ve fedakarlıkları vasıtasıyla Yücelmiş İnsanlar aleyhinde, magazin kovalayan bozuk niyetlilere mi üzülelim?
En iyisi biz yine bize düşen asıl görevi yerine getirelim, kimseye karışmadan işin esaslarını tahkik etmeye geçelim.
Deriz ki:
Dinin Sahibi, hepimizi Yaratan ve Tek Olan Yüce İlahımızdır. Yüce İlahımızın “Yaratma” fiili hiçbir oluşum mekanizmasıyla sınırlı değildir. Yaratılışımızladır ki, her birimiz başlangıçlardan evvel, nihai anlamda O’ndan geliriz, ve bütün sonlardan sonra, nihai anlamda, O’na döneriz. Yüce İlahımızın yaratmasının adetini verebilecek bir sayı, türlerini tahdit edebilecek bir cins, esaslarını kuşatabilecek bir küme yoktur. Her birimiz hem bedenen hem nefsen, hem ruhen, hem zihnen, hem şuuren, hem de gönül itibariyle ve diğer tüm yönlerimizle, O’ndan geliriz. Bu bütün içsel ve dışsal yerlerimizin tamamı, nihayetinde O’na döner, hiçbir nispet ve hiçbir gayr-ı nispet dairesi ile mahdut olmadan.
Her ne ki vardır, ve idrak edilmiştir, O’nun’dur, O’nadır, O’nunla’dır, O’ndan’dır. Yaratma fiiliyledir ki, her bir vücud verdiğine Kendi bildiğini koymuştur. Ve cümlesini bu fiilde “bir” etmiştir. Bu yolla cümleyi “kardeş” etmiştir; hiçbir istisna olmadan.
Yüce Kelimeleri ile, Kainatı ve Kitabını Yazan O’dur, hiçbir öncelik ve sonralık kaydı olmadan.
Kelimeleri iledir ki, her yarattığına Kendi dostluğunu vermiştir. Hiçbir istisna olmadan.
Ve tüm bunların vaki olması, “Mahall”de dostluğa giren, Yüce Peygamber ile olmuştur, başka bir imkan, başka bir yol olmadan.
Yüce Peygamber, “Mahall”de, hem cümle Peygamberler’dir, hem de Tek Peygamber’dir.
Dostluğa ve bu suretle kulluğa giren ne varsa, “Mahall” ile birleşir de, öyle dost olur, öyle kul olur. Aksi halde Mutlak Tanrımız’dan, “Dost” diye bahsedemezdik.
Çünkü dost, “tanış” olmaktır.
Mutlak ile “tanış” olmak, “Mahall”de, bir olmaya mahsustur. Aksi düşünülemez. Aksi halde bir şey de elde edilemez. Akdi halde bunların hiçbirisi söylenemez.
“Mahall”de “tanış” olmakla, her bir yaratılmışa, “bizatihi (ilahi) din” verilmiştir. Bu, “asli (bizatihi) din”dir.
Bu suretle cümlenin dini birdir, O da İslam’dır.
İslam, “Mahall”de “Selam” bulmaktır.
İbadetlerin tamamı, bunun için vardır: Dost’ta, “Selama” erişmek için vardır.
Bunların hepsi de hiçbir kronolojik kayda girmeden olmuştur. Yani dünde olmuştur, bugünde olmuştur, yarında olmuştur. Dün de, bugün de, yarın da, buna izafi olmuştur. Sonuçta Adem’e edilen secde, şimdi edilmiştir, şimdi edilmektedir, hem de her zamanda, her yerde.
“Bizatihi din”i, bu bakımdan, Peygamber vermiştir. Bu , “asıl” dindir.
Peygamber, bu bakımdan, “asli din” vermek suretiyle, her manada “asli dinin”den düşenlere ve yitirenlere, her surette, “giderek” “temas” etmiş ve “Yol Gösteren” olmuştur; her temas ettiğinin, kendisine göre.
Bu bakımdan kronolojiye aşkın kadim zamanlardan, kronolojiye dahil tüm zamanlara kadar, “Din’in” Hocası, Öğretmeni ve de Mürşid’i, esasen, Peygamber’dir.
Din’in esası, “dostluk”tur. Bu bakımdan Peygamber, Dost “gösteren”dir, Dost “bildiren’dir”, Dost öğretendir. Çünkü, Peygamber, Dost “Olan’dır”.
Mürşid olmak, öğretmen olmak, mürşidi olunan, öğretmeni olunan şeye, “bizatihi” sahip olmayı gerektirir. Çünkü irşad, mürşid’in kendisinde olanı, irşada gereksinim duyan’ın kendisinde, “açığa” çıkarma ustalığıdır.
Bunun hangi yolla, ne suretle, ne yöntemle, ne biçimle yapılacağını, irşad edenin kendisi bilir.
Peygamber’in açığa çıkardığı eserler, yani Yüce İnsanlar, “Dostluğu açığa çıkan”, fedakar, cefakar, Kamil ve Mükemmil Mürşidler’dir.
Peygamber, “asli dini’ni”, açığa çıkardığı “Yüce Eserleriyle” muhafaza altına almıştır ve Onları da, “asli dini” ile “muhafaza” etmiştir.
Bu “muhafaza’nın” kaidesi, “Mahall”de bir olmaktır.
Bu sebeple bu “muhafaza” bir “yer değiştirme” değildir. Çünkü bu Yüce Eserler, yani Peygamber Evliya’sı, kendilerine bir yer bırakmamışlardır ki, değişecek yerleri olsun.
Onlar, kendilerine bir yer bırakmayınca, bütün Mahall de, Onlara “Yer” olarak verilmiştir. Nihayetinde “bir yer değiştirme” olmamıştır. Mahall’in Sahibi Yüce İlah bir, Mahall bir, Dost bir, dostluk bir.
Fakat “bizatihi din” mekanının başına, kendi nefsini koyanlar, kendilerine bir “yer” açmaya kastetmişlerdir ki, “yer değişikliği”ne bir yol olsun.
İşte bunlar, “Peygamber yerine geçen”, yani “geçmek” isteyen, hocalardır.
Peygamber “yerine” geçmek istemek, iki cihetle de olabilmiştir. Yani hem “bizatihi din” bakımından, hem de “bir din” bakımından.
Unutmayalım, “bizatihi din”, dinin, kişideki, bireysel yeridir; “bir din” ise, dışsal alanı.
Hocalar her iki suretle de “yer almak” gayretindedir.
Bunlardan biri, “İlahi din”den hareketle işe koyulurlar.
İlahi din’den hareketle yer işgali, dışsal suretteki “bir (İlahi) din”in yahut içsel olan “bizatihi (ilahi) din”in kürsüsünde yer alınarak yapılır. Hocalar, bu kürsüden ahkam keserler.
Buradaki “kürsü” bir mecazdır. Kürsü ile kastedilen, nefs’in tahtıdır.
Hocalar, kürsüden, “bizatihi (ilahi) din”in “bir (İlahi) din”de tezahür eden sözcüklerini “kendi (nefs’i) zeminleri” esasında anlayıp kullanarak, halka “uzanır”lar ve “temas” ederler.
Uzanmak suretiyle temas ettikleri yer, halkın, içsel olan “bizatihi din”inin kapılarıdır.
Uzatılan el, “bizatihi din”in kapılarını, yani bireyin din taşıyabilen içsel yerini, “Peygamber Mahall’ine” kapatır. Ki geriye kalan yere, hocalar kurulsun.
İkinci grup hocanın yer işgal etmesi için, doğrudan “bir (ilahi) din”in kürsüsünde yer almaları gerekmez.
Hatta bu grup hocalar bazen “bir (ilahi) din” kürsüsünü tenkit bile ederler, küçümserler, ve halkın buna rağbet etmemesini telkin ederler.
Bu hocaların kürsü’sü, gerek içsel gerek dışsal uygulamalara yön vermek üzere, ne içi ne dışı, yani hiçbir yönden aslı, ilahi olmayan bir kürsüdür.
Mesela bu kürsü, bu sefer, “bilimler akademisi”de kurulur. Mesela bu kürsünün adı, felsefe kürsüsü’dür ya da sosyoloji, hukuk, psikoloji kürsüleridir.
Hocalar kürsüsü, yeri gelince parlamentoya taşınır. Ve bu sefer oradan “uzanır” ve “temas” eder.
Hepsinin de esası ya bu kurulu merkezlerden veya etkili olabilecek bir başka tesis edilmiş kurumdan, halkın üzerinde dini esaslara taalluk eden seviyede “belirleyici” müdahele oluşturmaktır.
Bunlar, ancak “asli din”in verebildiği “dostluğu”, toplumsal düzeyde, oraya buraya çekerek, oradan buradan eksilterek, yersiz, yurtsuz hale getirirler.
Önerdikleri, toplumsal düzlemde, “dostluk” yerine geçen “kendilerine bağlılıklardır”,böylece önce “Mahall”i ihmal ederler, sonra da “Mahall’e” giden yolu tahrib ederler.
Üstelik bunlar “İlahi din” suretindeki dinlerin dışında olduklarını düşünerek, kurdukları sistemlerin, “din” teşkil eden esasları asılsız surette ikame eden bir “din” olduğunu da bilmeden, kendilerini de halkı da uyuturlar.
Oysa, her ne ki “dostluk” ihtiyacını ikame etmeye çalışır, o şey aslı olsun yahud olmasın, dindir. Toplumsal ve dışsal surete kavuşmuşsa, “bir din”dir, bireysel ve içsel surette tutulmuşsa, “bizatihi din”dir; kaynağı ilahi olmadıktan sonra da, asılsız bir dindir; adına her ne denirse densin.
Ancak şu noktayı kaçırmayalım. Bunlardan kimisi de, tesis ettiklerinin, “din” olacağını bilerek hareket ederler. Bu raddede olanlar, bugün “filozof”, “ruhani önder”, “ezoterik öğretmen” vasıflarıyla bilinenlerin içindedir.
Sonuç olarak gerek “din” suretinde, gerek “din dışı” surette, din veren esaslara müdahele ederek halka “temas” edenler, bizatihi din teşkil eden Peygamber’in yerini almak isteyenlerdir.
Her iki suretteki “yer işgali” de, bir tecavüzdür.
Ancak bunların içinde esas yaralayıcı, esas incitici olan, Peygamberin dinini kullanan, sözde din hocaları, sözde ruh uzmanlarıdır.
Bunların oluşturdukları karışıklığı halletmek, neredeyse imkansızdır.
Bu nedenle bu suretteki “Peygamber yerine geçen hocalar”, en zahmetlisidir.
Fakat netice-i bahis, hangi surette olursa olsun, Peygamber yerine geçmek istemek, bir din hastalığıdır, bir din bozukluğudur.
Bunun hangi devirde, hangi coğrafyada yapıldığı farketmez.
İnsan, hangi devirde, hangi coğrafyada olursa olsun, kendi gönlü esasında, “Mahall”deki Peygamber’le mevcuttur. “Mahall’deki Peygamber”, İlahi Kelam’ı taşır ve hakiki “Dost”dur.
Peygamber yerine geçmek “isteyen” hocalar ise, kürsülere kurulmuş, mütecaviz birer eşkiyadır.
Oysa Peygamber’de Dost olan, Yüce Eserler, yani Peygamber Evliyası, Peygamber Varisleri, eğer bir kürsüye geçmek mecburiyetinde kalmışlarsa, sanki hem orada hem de orada değil gibi durur.
Çünkü onların içlerinde, Peygambersiz bir yer yoktur.
Şöyle söylemiş Ümmi Sinan’ımız:
“Meded Allah Sana sundum elimi Bizi Güzel Muhammed’den ayırma”
Bize düşen, Hakk Dost Peygamber’den, İlahi Kelam’ı işitmek ve görmek yoluyla, bulmak için Yol’a düşmektir; kurtuluşumuz budur.
Dostluk, varlığın en yüksek faziletidir ve asli bağıdır. Dostluktan yoksun kalmak ise, en ağır hakarettir, aşağılanmadır.
Dost teşkil eden, din de teşkil etmiş demektir.
Varlıksal başlangıçlar ve varlıksal esaslar bakımından Dost, tekdir, ve Bir’dir.
Tek ve Bir Olan Dost, “asli din” teşkil eder. Asli din, her türlü dinin, dinsel esasıdır.
Dinin esasında “asli din” olmayan, “asılsız din” içine düşer. Yani, “dinsizliğe” düşer.
Bu düşüş, asli din’den kopmak demektir.
“Asli din”, bireysel olarak, her bir varlıkta, “bizatihi din” mekanı teşkil etmiştir.
Bu bakımdan “bizatihi din”, bireysel ve içsel bir dini temeldir.
Kişinin dostu, “bizatihi din”nde yer alır.
“Bizatihi din”i olmayan, bir varlık düşünemeyiz.
Çünkü yaratılışında “asli din”i olmayan bir varlık düşünemeyiz.
“Bizatihi din”ini, gayrıya döndürenin ilah(lar)ı, ayrıktır.
Esasen gayrısı, ilah da değildir. Sadece ilah tutulmuştur, o kadar.
Adına ilah densin denmesin, “bizatihi dostluk” teşkil edilenin kendisi, kişinin tuttuğu ilahdır, ve bu da din’dir.
Asli din’den koparak, kimi ana babasını, kimi akrabaitaallukatını, kimi mevkiyi, kimi parayı, kimi şöhreti “bizatihi din”in kıblesi etmiş ve bunlar da teskin olmaya çalışmıştır. Korkular, kaygılar, beklentiler, hırslar ve diğer nefsi haller, bunlar üzerinden bağlanmış ve şekillenmiştir. Bunun sonucunda, “temas” sorunu oluşmuş, ve nefste oturmuştur. İşlerin karışması bundan sonra olmuştur.
Oysa “Mahall”de Dost bulan ve Yücelen İnsan, gayrıya tamah etmez. Onun anne babası, akrabaitaallukatı, eşi arkadaşı, yurdu yöresi kendi asli içindeki, asli din’i esasında şekillenir.
Peygamber yerine geçen hocalar, bu işin sırrından habersizdir.
Peygamber yerine geçenler, asli din yoksunluğu bakımından, esasen “din’sizdir”.
“Din’siz’in”, Yüce Dinimizi temsil edebildiğini düşünemeyiz.
Yüce Dinimizi ancak, dine mahsus asla bağlı olanlar temsil edebilir.
Onlar ise, Peygamber yerine geçmiş değildir. Sebebini bu makalede, elimizden geldiği ölçüde anlattık.
Düşünme esaslı teoloji (ilahiyat), aslî din araştırması değildir. Çünkü bu anlamdaki ilahiyat, kendi esasını aşamaz. Düşünme esaslı teoloji (ilahiyat), ne Dost bulur, ne Dost bilir. Çünkü teoloji vasıtasıyla “temas” edemez.
Peygamber Dini bakımından, “yakınlığı” aranan ve “ayrılığından” kaçılan Dost, Yaradan’dır;
“Bir din”, “bizatihi din” vasıtasıyla bulunması gereken Dost’un, zaman ve mekân içinde koşullanan zarflarda yer alan varlıklara, dostluk bağı tesis etme imkanı verebilen bir yüzüdür. Esas olan ise, “bizatihi din”dir, yani bizatihi İlahi din’dir. Öz, oradan bulunur, oradan açılır.
“Bizatihi din” vasıtasıyla aslî dindeki Dost, “Bir Tek”dir, ve Kendisine “bağlanan”ların cümlesine, hem tek tek hem de hep birden, “birlik” veren surette, “dostluk” verir.
Birlik veren bu “Dostluk”, “Dost” bağı’nda vücud bulanları, “kardeş” eder. Böylece “dostluk” esasında “varlıklar”, “kardeşlik” bulur.
Bu birliğin fiilî esası da, aslî anlamda “bizatihi din” ile Dost Olan’ın, “Dostluk” verdiklerini, “Yaratmasıdır”. Yani “yaratılış” fiili ile’dirki, söz konusu “dostluğun”, fiili (edimsel) kaynağı icra edilir.
Sonuçta kendi yaratılışında kendisine verilen Dostluğu bulan, “Dostun”, “asli (bizatihi) din”i ile din edinmiş olur.
Kendi varlıksal kaynağını, kendi “yaratılış”ından kopartan ise, hem “asli (bizatihi) din”den, hem de içsel olarak farkedilebilecek “dostluk”tan, “ayrılmış” olur, yani dost ihtiyacına düşen bir “ayrık” olur ve bunu “ters yüz” edip kalır.
Ayrık, dostluk ihtiyacını, nefsine uyarak diğer şeylere yönelmek suretiyle gidermeye çabalayan, bir “dostsuz”’dur; bu suretle de asli din’den mahrumdur; ister “bir din”i kabul etsin, isterse reddetsin farketmez.
Tasavvuf edebiyatı bilmek, nefsin bazı cihetlerini bilmek, mistik ritüeller tertip etmek, sembol okumak, sembol çizmek, vaaz vermek, analiz yapmak ve benzeri uğraşılar din teşkil etmek, din bilmek demek değildir.
Asli din, kağıtlarda yazmaz. Sembollerde durmaz. İnsan’ın Öz’ünde yazar, İnsanın gönlünde durur.
Peygamber’den sudur eden din, “adam” olmak dinidir, uyurgezerlik değil.
Peygamber Dini, bu bakımdan, içsel ciheti bakımından, faaldir.
Bu faaliyet, “bir din”in koşullarına göre de tezahür etmektedir.
İster dışsal olsun ister içsel olsun, Peygamber’in teması, temas ettiklerinin kendi bağlamlarına göredir.
Bireysel açıdan bunu anlayıp, görmek gerekir. Toplumsal açıdan oluşması gerekenler, bireysel din teşkillerine bağlıdır.
Toplum, birey esasındadır. Toplumsal olan “bir din” de, bireysel olan “bizatihi din” esasında anlam bulur, güç bulur, ve yoluna girer.
Bu bakımdan yapılması gereken, bireysel açıdan kemal bulmak, ve bunu, tüm varlıklar için fayda sağlayan bir hünere dönüştürerek, “Mahall’de bir olmaya bakmaktır.
Türkiyemizin bu hassas safhasında, ihtiyac duyduğumuz dostluk ve Dost esasında “birlik” ve de “dirlik”, kendi asli dinimizde mevcuttur ve eserleriyle sapasağlam ayaktadır. Bize gerek olan, budur.
Bize, bunu bilmeyen, bunu gözetmeyen ve göstermeyen hoca, gerekmez.
Ol Veli ile dolup taşan Erbab-ı Velayete, Aşk u Selam Olsun.